19 Mayıs 2017 Cuma

ÖLÜMÜN, ÖLÜMSÜZLÜĞÜN İZİNDEN GİDERKEN






19 Mayıs 2017. Ellerimle göz göze gelmek, defalarca, dakikalarca.
Ellerimde toprak…

Cem Aziz Çakmak toprağı, vatan toprağı…



4 Temmuz 2015.

Ben buraya gelmiştim ilk kez. Hayatımda ilk kez bir cenaze defin işlemine tanık olmuştum. Hayat o zamana kadar ölümle sınamadığından bu konudaki dini ritüellerim eksik kalmış(tı)

Teğmen Çelebi (30 Ağustos 2014 benim için nasıl büyük bir kırılma anıdır, bunu tam 3 yıl sonra anladım. Ki bu kırılma anı, yaşanmışlıklar değil de yaşanmamışlıklarla alakalıdır.) bana uzattı küreği, toprak attım mezara. Sonra başkasına verdim küreği. Ben o toprağı Cem Amiral’in üstüne attığımı bilmiyordum ki… Tahtaların dizildiğini görmüştüm. Bir kişinin üzerine neden tahtalar konur diye isyan etmiştim… Sanki olur da yeniden nefes alırsa çıkamasın diye. Belki de bazı şeyleri Cem Amiral’e konduramamanın yarattığı akıl tutulması.

Kötüydü.

Sonra, hep aklımda olsa da gelemedim onun huzuruna. Ne dese haklı. Vefasızlık yaptım. Belki de dara düşünce geldim onun huzuruna. Ona gelip ona anlatmaktan başka bir çare bulamadıysam…

19 Mayıs 2017. İnce bir yoldan yürüyoruz, onun mezarına yaklaştıkça geçmiş yapışıyor yakama da o hiç yakışmıyor hala buraya…

4 Temmuz 2015’e (Yine bu tarih de ne büyük bir başka kırılma noktasıdır, aynı şekilde 2 sene sonra anlaşılan. Üçüncü tarih henüz gelmedi, aksilik çıkmasın diye o tarihi yazmayacağım.) dönüyorum mezarının önüne gelince. Elimi uzatıyorum mezar taşına, sonra incinecekmişçesine çekiyorum elimi geri. (Ben bu kıyamamayı bir kızın saçlarında hissetmiştim sadece. Çünkü “Semazen eteklerine benzetirdim saçlarını, melakelerden aldığın kokunla dinlenirdim.”) 

Elimizde çiçekler, ekmek için yeltenecek olduğumuzda mezar yetkililerinden birisi uyarıyor, “Şu an ekili çiçeklerin mevsimi geçti, onları sökmeniz lazım.” Toprağa dokunuyorum, o kadar bol o kadar yumuşacık ki. Merak edip yan mezarlıklardaki toprağa dokunuyorum, hayır, hiçbiri bu kadar yumuşacık değil, bol değil. Toprağın bol olsun sözünün anlamını tam da o anda kavrıyorum.

Aklımı toplayamıyorum. Çiçekleri ekerken yine uyarıyor görevli, “Keşke başka çiçek seçseydiniz, bunlar çabuk kurur.” Belki de haklı ama yanılıyor. Çünkü Cem Aziz Çakmak’ı da onun enerjisini de direncini de bilmiyorlar. Normalde 10 gün yaşayacak çiçeği onun enerjisinin aylarca yaşatacağını… Çiçekleri ektikten sonra “Can suyu vermemiz lazım abi.” dedi Sena. Ekilen çiçeklerin ilk suyuydu can suyu. “O çiçeklerin can suyu da Cem abi.” dedi Sena. Haklıydı ama eksikti. O hala bizim de can suyumuzdu.

Mutlu olmak istiyorum ben abi dedim. Ben ne zaman mutlu olsam hep korkarım, benim mutluluklarım hiç uzun sürmez ki. Sonrasında bir aksilik olur, bozulur bir şeyler. Ben ki üniversiteyi bitirdiğimde bile aylarca aynı rüyayı gördüm. Okuldan arıyorlar, size bir derste yanlış not verilmiş, diplomanızı teslim etmeniz gerekiyor. Savunduğum değerlerle ilgili ne kadar net ve güçlüysem, kendi iç dünyamdaki bazı konularda bu kadar olumsuza yorabiliyorum bir şeyleri. Mutluluk denen “görüntü”, geldi ve gitti. Televizyon da değil ki kafasına vurunca düzelsin, geri gelsin.

Eminim, dinliyor beni. Ben yine ona sığınıyorum.

İlklerimde hep sen vardın abi diyorum. İlk cenaze törenim… İlk definim… İlk kitabımda yaptığım denizcilik atıfımda… Belki diyorum abi, hatta söz diyorum abi, eğer bir gün bir şeyler güzel olursa yine ilk sana geleceğim, mümkünse tek değil. (Bazen beklemekten başka insanın elinden bir şey gelmez.)(Bazen beklemek, en ağır işkencenin topluma şirin gösterilmesidir.)

Anlatıyorum, saatlerce. Sena şahit, Sena kızgın, fazla umutsuz konuştuğumu düşünüyor, Cem abinin de buna kızdığını…

“Köprüüstü müsaade” deyip çıkıyoruz mezardan… Kendimizden kalan parçaları toplayabildiğimiz kadarıyla…

Sonra bir yat. Boğazın ortasında bir tur. Gözlerim hala ellerimde, ellerimde toprak, vatan, Cem Aziz Çakmak. Kız Kulesi'ni görüyorum, sonra o’nu gören çay bahçelerini, kiviyi, oraleti ve her defasında, manzarasında unutulan çayı.

Boğaz turuyla daha da hissediyorum etrafımın İstanbul tarafından sarıldığını. Tüm güzellikleri karşısında, şeker görünümlü zehir gibi.

İstanbul diyorum, asla diyorum.

Aklıma Murat Menteş’in bir cümlesi geliyor (Murat Menteş’in bazı cümleleri “Korkma Ben Varım” gibi her zaman aklımın üstünde çakılı duramıyor.): “Bir şeyi asla yapmam demekle başlar, sonunda o asla yapmam dediğin şeyi yapacağın süreç.”

Belki de Hikmet Benol haklıdır, kelimeler bazı anlamlara gelmiyordur.

Fakat bildiğim bir anlam varsa, Cem Aziz Çakmak, hala kutup yıldızı, hem de sadece donanmanın değil, hepimizin.

İnsan, kendi içinde kaybolduğunda yönünü bulmak için bile ona bakıyor.

Bir bulsa insan, aradığı yön’ünü, emin ol sonrasında “devrim” tetikte bekliyor.

Ve devrimi,
devrinin daim olduğunu gördüğün adam’a anlatıyor yine insan.

Uğur Mumcu anımsatıyor bir hususu tam da zamanında:

Kimi ölüler bize ne kadar yakın. Yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü.”
19 Mayıs 2017’den bildiriyorum ve ummak istiyorum, soysuzlaşan sadece padişah ve saray ahalisi olmasın.

Amiralim, ne olur yine tut elimden, yine yardım et, kardeşin yıllarca kapandığı dehlizlere tekrar dönmek zorunda kalmasın. 

Misilleme Kurşunkalem
19 Mayıs 2017 / İstanbul


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder