7 Eylül 2014 Pazar

CHP: Sonun başlangıcı. Hangi son? Hangi başlangıç?

"CHP'nin benden sonra, sonuna kadar partim olarak kalacağını nereden bileyim?"
Mustafa Kemal ATATÜRK / 1935




CHP bir kurultayı daha geride bıraktı.

Bir seçim yapıldı. Görünürde bir kaybeden var, bir de kaybeden.

Peki kazanan kim?

Kaybeden kim?

Bunun için önce 10 Ağustos seçim dönemine dönelim.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, değil sadece parti tabanından, kendi grup başkan vekillerinden bile habersiz belirledi cumhurbaşkanlığı çatı adayını. Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve onlara bu ismi öneren kişiler dışındaki herkes ekranlardan öğrendi. "Risk alıyorum" dedi Kılıçdaroğlu.

Sonuç?

İlk turda kaybedilen bir seçim. Sandığa götürülmeye ikna edilemeyen milyonlarca seçmen. Ki bu oy vermeyen insanların çok büyük bir kısmının hayatındaki en büyük nefret kaynağı, karşı tarafın adayı olan Recep Tayyip Erdoğan iken.

Sonrasında Gürsel Tekin'in dalga geçer gibi "Başarılıyız" açıklaması. Muhalif kanadın basın toplantısı, kurultay çağrısı. Genel Merkezin önce buna kulak asmaması, sonrasında Muharrem İnce'nin de açıklamalarından sonra yangından mal kaçırır gibi belirlenen Kurultay tarihi. Normalde Eylül sonu düşünülen delege seçimlerinin beklenmemesi. (Acaba neden?)

Genel Merkez'in bu tarihi belirlerken Sivas Kongresi'nin -ki CHP'nin ilk kurultayı olarak kabul edilir- yıl dönümü olan 4 Eylül'ü ya da İzmir'in kurtuluşu ve partinin kuruluş tarihi olarak geçen 9 Eylül'ün tercih etmemesini çok samimi buluyorum. Tarihsel köklerinden rahatsız oldukları kadar korktuklarını da düşünecek olursak bu tercihlerini bir "önlem" olarak da görmekte fayda var.

Tam da bunlar olurken 14 Ağustos 2014'te şöyle bir not düşmüştüm, kaygılarımı ve yanılma hakkımı saklı tutaraktan:

"Muharrem İnce'nin seçim öncesi ve sonrasındaki açıklamalarından çıkarttığım sonuç:
Ekmeleddin İhsanoğlu'nun adaylık sürecinde hem tepki hem de destek verdi. Böylece iki tarafa da açık kapı bıraktı. Genel Merkezin hedef olması üzerine bekledi. Sonuçta Genel Merkezin karşısında konumlandı ama muhalif vekillerin basın açıklamasına katılmadı. Amacı iki taraf arasında "birleştirici", "toparlayıcı" profili yaratmaktı. Böylece kimseyi de tam olarak karşısına almayacaktı. Ki o katılmadığı basın toplantısında konuşmayı yapan Emine Ülker Tarhan son turda onun için çekilmese, grup başkan vekili olamayacaktı. Vefa borcunu ödemek yerine kirli siyasetin oyun kurallarını ne kadar iyi öğrendiğini göstermeyi tercih etti. "İzlenme rekorları kıran ama sadece konuşmada kalan" video koleksiyonundan da güç alarak kaosu kazanca dönüştürdü. Tabi muhalif adaylara atıp tutan Kılıçdaroğlu, süt dökmüş kedi oldu İnce'ye. Mevcut sistemi değiştirmek isteyen kesimden korkan sözde ulusalcı kesim, sistemle sorunu olmayan İnce'nin adaylığını mutlaka destekleyeceklerdir, başkanlık hayalleri olanlar hariç. Partilerin seçim döneminde anadilde propaganda yapılabilmesini sağlayan önergeyi meclise sunan kişi olması da, kucaklayıcılığına kucaklayıcılık katacaktır. Yine de Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlık döneminde sistemli yürüttüğü kadar katı bir Kemalist tasfiyesi olmayacaktır. Kemalist hassasiyeti olan partililerin bu süreçte mevzi kapması, partinin özüne dönebilmesinin tek şansı. Ki bu insanların yaklaşımına karşılık uygulanacak tavır, açıklamalarının samimiyeti açısından turnusol etkisi yapacak.."


***

Kılıçdaroğlu seçimi 740 oyla kazandı. Muharrem İnce ise 415 oy aldı.
Ne kadar yansıtmamaya çalışsa, genel başkanlığından beri ilk kez seçim kazansa da, Kılıçdaroğlu durumun farkında. Kendi seçtiği delegelerden büyük fire verdi. Kendisinin aday olması için imza verenler de dahil.

Bu noktada bir gerçeğin altını çizmekte fayda var: Yerel seçimlerde CHP'den MHP'ye kayan oylar ne kadar "tepki" oyu ise, Kılıçdaroğlu'na karşı Muharrem İnce'yte verilen oylar da o kadar "tepki" oyu.

Her iki tepkinin özü de aynı: "İdeolojik kaygı".

Türkiye'de şu an siyasette söz sahibi olan insanların yaş ortalamasının ne kadar yüksek olduğunu dikkate alacak olursak, meclise giren partilerin bugünkü "büyük"lerinin, 68 ve 78 kuşaklarının -yani dünün- gençleri olduğunu görürüz. Fakat maalesef bu kuşaktan gelen/beslenen insanlar, geçmişlerinin o kadar etkisinde kalmış durumdalar ki, ayrımların 2014 şartlarında geçerliliğini korumadığını, artık bu saflaşmanın Milli-Gayrı Milli, Ulusal-Küresel ekseninde şekillendiğini göremiyor. Ya da bunu görüyor ama kişisel çıkar ve eski takıntıları doğruya yönelmesine izin vermiyor.

Peki, bu tepki oylarını etrafında topladığını bildiği halde, Muharrem İnce, "the süreç"i eleştirdi mi? Eleştir(e)medi.

Eleştirmediği yetmiyormuş gibi, "Bunu biz çözeriz" dedi, "biz" kavramının içini Kemalizm, devrimcilik, milliyetçilik, halkçılık kavramları yerine "sol" ile doldurarak.

Neden sol? An itibariyle Türk siyasetinde içi boş ve akıllara değil de duygulara hitap etmek için yukarıda bahsettiğimiz algıyı tavlamak için uygun.

Yoksa Muharrem İnce, Türkiye'de kendisini solda tanımlayan yöneticilerin emperyalizm için çok fonksiyonlu İsviçre çakısı gibi değerli, kullanışlı olduğunu göremiyor mu? Görüyor.

Peki görüyor da KADRO, YÖN tarzı bir sol özlemi mi duyuyor? Hayır. Duysa, "Ben sol dediğim için solu hatırladı Kılıçdaroğlu, Dersimli Kemal'im diyebildi" demezdi.

Seçimi kaybeder kaybetmez, genel başkana biat ederek, kendisini destekleyen kesime; "ben kendimi kurtarırım, siz kendi derdinize yanın" deyip de hedef yapmadı mı?

Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce gibi sistem muhaliflerini tutup, kendisine tehdit olabilecek esas kitleyi tasfiye edip, sonra da "biz tasfiye yapmıyoruz, yapsak karşıma aday olan Muharrem İnce'yi tasfiye ederdik" deme fırsatını kaçırır mı?

İnce'den gelen bu pası ıska geçer mi?

Hayır.

Olan kime oldu?

Meclisten başlayacak olursak; muhtemelen bir daha aday gösterilmeyecek olan, Atatürk hassasiyeti sahip olduğunu belirten vekillere.

Peki -bir iki kişi hariç- üzülüyor muyum?

Hayır.

Affediyor muyum?

Hayır.

Çünkü CHP'nin emperyalizmin kontrolünde olması için öncelikle kendi seçmeninden yalıtılmış bir genel merkeze sahip olmalıydı. Özellikle vazifeli gelenler, parti seçmeninde karşılık bulamayacaklarını bildiklerinden dolayı hep getirildikleri çöplüklerde takıldılar.

Parti seçmeninde tam karşılık bulabilecek vekiller ne yaptılar? Dokunması ve beslenmesi gereken kitleler dışındaki her yere koştular. Her daim umut çaldılar. Kalp kırdılar. TEPEDEN BAKTILAR!

Kimi cemaate koştu, kimi AMERİKA'NIN SESİ oldu. Kimi HDP-BDP fetişizmine kapıldı.

İnsanlara dokunmaları gerektiğini anladıklarında dahi durumu "halka İNMEK" olarak tanımlayacak kadar burunları havadaydı.

CHP'de en az 60-70 tane olduğunu tahmin edilen bu kişilerin çoğu, basın açıklamalarına bile katılmayarak konuşan vekilleri "azınlık"laştırdılar.

Ve bugün bu BİRİKTİREMEDİKLERİNİN yaratamadığı YAPTIRIM ile takıldılar bir sistem muhalifinin arkasına. İlk vazgeçilen oldular.

Kader diyebilirler mi?

...

Peki bu saatten sonra daha çok çalışırlar mı?

Çalışırlar.

Sonuçta 20bin lira nere, 6bin lira nere!

Şahsi çıkarlarının dışında ideolojik kaygılarıyla çalışacak olanlar varsa da, bu saatten sonra en başta Kemalist olanları ikna etmek zorunda.

Partiye en çok değer veren, parti logosunu gördüğünde içi titreyen, eli "Altı Ok"tan başkasına gitmeyen ama her seferde ilk üstüne basıp geçilen.

Peki ya delegeler ne kadar suçlu? Ne kadar mağdur?

Onlar için gerekli sözleri ben değil, yazar kardeşim Erhan Sandıkçı söylüyor:

"Tüm delegelerin huzurunda açıkça siyasî özerkliği savunan kişi, bir saat sonra o delegeler tarafından genel başkan seçildi. Buna göre denebilir ki, CHP'li delegelerin çoğunluğu üniter devlete karşıdır. Dolayısıyla CHP'li delegelerin çoğunluğu bölücüdür. Parti Meclisi'ne girmek için Kemâl Kılıçdaroğlu'nu destekleyen, açıkça siyasî özerkliği savunan Kılıçdaroğlu'nun yanında yer alan CHP'liler, koltuk sevdası için Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, birliğine ihanet etmişlerdir. Bunun adını iyi koymak gerek. Aralarındaki bazıları Atatürk, vatan, bayrak, ulusal değerler edebiyatı yapacakları zaman hatırlamak ve hatırlatmak gerek."


Seçmenlerin payına düşense, sadece düşünmek.
Çünkü Mustafa Kemal Atatürk bu toplumu kuldan birey yaparken, "Ben bu hakları vereyim de onlar yine kul olmak isterlerse çantada keklik seçmen olmayı tercih ederler" demedi.

Dedirtmemek de gerek!


18 Ağustos 2014 Pazartesi

CHP: Olmak ya da olmamak

AKP'nin gayri milli tutumunu giderek daha da dışa vurması, öte yandan da yapay ayrımların bedelini ödeyen insanların durumu fark etmesi, toplumda milli bir cephe oluşturmaya başladı.

Çünkü bilinçli ya da içgüdüsel olarak fark edilen bir gerçek vardı:

Yapay ayrımların aksine, gerçek ayrım; ulusal bütünlüğü savunmak ya da küresel planlara hizmet etmek arasındaydı.

Gezi Direnişi ile iyice ortaya çıkan bu gerçek, Milli bayramlarda meydanlara yansıyordu. Daha düne kadar birbirine silah çeken insanlar, esas düşmanı görmeye başlıyor ve ona karşı birleşiyorlardı.

Kuklacının korkusu, kuklaların fark edilmesindendi. Köşeye sıkıştığını hissediyordu.

Askerliğin zorunlu olduğu bir ülkede, askerlere kurşun sıkan zihniyet göklere çıkartılıyor, toplumun sinir uçlarıyla oynanıyordu.

İşte bu durumda özellikle de CHP seçmeni, partisinden hassasiyetlerini paylaşan adaylar istiyordu.Yani Atatürk'e ve devrimlerine sahip çıkan.

Fakat amiyane tabiriyle CHP Genel Merkezi; Cumhuriyet yanarken saçlarını tarıyordu.

Aslında insanların beklentisi çok açıktı: İdeolojik netlik ve öze dönüş.

Çünkü Ahmet Taner Kışlalı'nın dediği gibi "Zaman yine O'nu haklı çıkarıyordu".

Ve Atatürk, yaşadığı dönemden daha çok anlaşılıyor, devrimlerin önemi daha iyi kavranıyordu.

İşte böyle bir ahval ve şerait içinde belediye seçimleri için adaylarını belirledi CHP.

Sırtını döndü tabanının isteklerine.

Sonuçta ne oldu?

Başta Mersin ve Adana olmak üzere bir çok il ve ilçede kaybetti.

Azımsanmayacak sayıda CHP seçmeni, oyunu MHP'nin adaylarına verdi.

Oysa bunu istemiyordu.

Çünkü, ulusal bütünlük hassasiyetine sahip olan CHP seçmeni, "siyasal İslam" ile diyalog halinde olabilen ve içinde ırk esasına dayalı bir milliyetçilik anlayışını savunan bir kesim de barındıran MHP algısından çekiniyordu. Bir çok konuda önyargı kırılsa da bazı fevri çıkış ve yaklaşımlar, kuşkuları besliyordu.

Yani bir CHP seçmeni, ortak bir tehlikeye karşı MHP seçmeni  ile beraber hareket edebileceğine inanıyordu. Fakat bununla beraber kendi partisinin de çizgisini korumasını istiyordu. Çünkü ne olursa olsun seçmen, partiyi "Atatürk'ün partisi" olarak görüyor, eli "altı ok"tan başkasına kolay kolay gitmiyordu.

Irk ve mezhep kökenine dayanmayan Atatürk Milliyetçiliği, en çok da şimdi gerekliydi. Sadece bu kavram halkı bir arada tutabilirdi.

CHP Genel Merkezi bunu görmedi. Ya da göremedi. Belki de "görmemesi" için vazifelendirilmişti.

Seçmen,Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi sürecine de aynı beklentilerle girmişti. Hatta bir çok seçmen, partisinin almış olduğu yenilgilerden ders çıkaracağını düşünüyordu.

Fakat bu sefer genel merkez bile değil, Genel Başkan Kılıçdaroğlu tek başına belirledi adayı. Bu yaptığının risk almak olduğunu bizzat kendisi söyledi.

Özünden kopuşun "öz" oylarını kaybettirdiğini gözardı eden Kılıçdaroğlu, yenilgi koleksiyonuna en nadide parçalardan birisini ekledi.

Artık isyan dizginlenemez boyuttaydı.

Parti Genel Sekreteri Gürsel Tekin, seçmenlerin aklıyla dalga geçer gibi partiyi "başarılı" ilan etti.

Partinin muhalif vekilleri açıklama yaptığında Kılıçdaroğlu, eleştirileri "yok saymaya" çalıştı. Fakat mızrak çuvala sığmıyordu. Grup Başkanvekili Muharrem İnce de eleştirenler kervanına katıldı. Bunun üzerine Kılıçdaroğlu istifa etmek yerine Kurultayı toplayacağını açıkladı.

Belki de kendisi istifa etmek istiyordu.Bilinmez. Ama böyle olsa bile partiyi yönetenler ve vekillerin bir çoğu, Kılıçdaroğlu gibi Anti-Kemalist bir başkan olmadıkça rahat edemeyeceklerinin farkındalardı. Pohpohlamaya devam ettiler bu yüzden.

17 Ağustos 2014 Pazar günü Kurultay tarihi belirlendi: 5-6 Eylül 2014.

Kurultayı yaklaşık 15 gün sonra yapmanın amacı belliydi: Muhalefetin çalışmalarını kısıtlamak, engellemek.

Parti yeterince halktan kopuk değilmiş gibi, delege olmayan seçmenlere de kapattı kurultayı. Belki de karşısında kendisi gibi olmayıp da toplumda karşılığı olan insanların yaratacağı sinerjiden korktu.

Vekillere konuşma yasağı koydu.

El altından işaret verildi. İl başkanlarından ortak destek açıklamaları istendi. Altı yıl önce Baykalcı, bu sene Kılıçdaroğlucu, yarın genel başkan değiştiğince başka bir kişici olan, ama sadece "Atatürkçü" olamayan kişiler bu duruma dünden razıydı.

Partinin başına "demokrasi havarisi" gibi getirilen Kılıçdaroğlu, bugün Muharrem İnce'nin kendisi için yaptığı "Diktatör" imasına, "Kararı CHP delegeleri verecek" diyebildi.

Bunu diyen adam, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan'ı neyle suçluyordu?

Adil olmayan bir seçim ortamı yaratmakla.

Peki kendisi şu an ne yapıyor?

Kendisi dışındaki aday ya da adaylara ne kadar eşit imkanlar sunuyor?

Renkleri farklı olsa da bu zihniyetin Erdoğan'dan farkı var mı?

Üstelik bu kurultayda genel merkezin yetkilerinin daha çok arttırılmasının da amaçlandığını söyledi Gürsel Tekin.

Hayatında CHP'ye bir kere bile oy vermemişlerin, seçim döneminde başka partiye destek çağrısında bulunanların partide vekil ve üst kademe görevlere getirildiği, buna karşın partinin özüne dönmesi için çalışan herkesin de bir şekilde ya tasfiye edilip ya da pasifleştirildiği bir anlayışla CHP'nin seçmenine hitap etme şansı var mıdır?

Son seçim yenilgisinden sonra seçmenin fazla sabrı kalmış mıdır?

Şu an karşısındaki aday Muharrem İnce. Belki de başka adaylar da çıkacak.

Fakat şöyle bir gerçek var ki, tüzükten aldığı insanüstü yetkilerle partiyi kendi çiftliği gibi gören genel merkez ve bu genel merkezi oluşturan kadro, bu seçimi kazanırsa, CHP için çalacak parça bellidir:

"Dönülmez akşamın ufkundayım."

***

Bu seçimle, daha doğrusu tek seçimle CHP özüne dönemez. Sadece anti-Kemalist genel merkeze yenilgi yaşatılabilir. Bu yenilgi de şu an partide hiçbir şekilde söz hakkı tanınmayan Kemalist kadroların belirli bir mevzi kazanmasına yol açar. Y-CHP'nin seçmen bazında da kabullenilmediğini gösterir.

Eğer CHP bir öze dönüş yaşayacaksa, bunun ilk şartı mevcut genel merkezin tasfiyesidir.

Aksi takdirde, parçası olunacak olan ihanetin vebali ağırdır. Kimse taşıyamaz, kaldıramaz.

Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk'ün tavır ve yaklaşımı gayet bellidir. Özellikle CHP'liler şu sözleri can kulağı ile dinlemelidir:

"Efendiler!

Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin enkazı altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olur. Biz o genel şerefi kurtarabilmek için harekete geçen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza mani olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de genel şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğrunda feda ettik. Bunu anlamayıp da milleti hala kendi kafalarının keyfine göre idare etmeye kalkışan kuvvetler birer beladır. Bela çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır.”

Çoğu zaman varmış gibi gözüken ama aslında olmayanların aksine;

seçim sizin, yani delegelerin.

Seçmenlerin.

2015'te dövünmemek adına...

7 Ağustos 2014 Perşembe

Gömleğin beyaz olsa da elinin kanını siler mi?

Tam bağımsız olmayan ülkelerde, demokrasinin temsili halinin bile, "bağımlı olunan ülkeye teslim olmak" anlamına geldiğini birçok kişi anlattı, anlattık.
[ Okumamış olanlar için iki yazı:
Link 1: http://www.milliiradebirligi.org/#!kuklalarve/cj5w
Link 2: http://www.milliiradebirligi.org/#!iradeimilliye/cb0]

"Temsil" ile "teslim"in kucak kucağa olduğunu anlamak için istemeyenin bile önünde bir sürü malzeme var.

Bu bağlamda yine önümüzde bir seçim olmadığını, daha doğrusu bir seçimin olduğunu ama seçenin biz olmadığını anlatmaya çalıştık.
[Link 3: http://erdemil.blogspot.com.tr/2014/08/adaylardan-herhangi-birine-oy-vermek.html ]

Emperyalizmin en sevdiği şeylerdendir kahraman yaratmak. Tıpkı Gazanfer Eryüksel'in yazısında belirttiği gibi:

"İnsanlar, kutsalları için mücadele eder ve savaşırlar. Bunu görmek için tarihe bakmak yeterlidir. İşte bu gerçeği iyi bilen egemenler, kendi çıkarları ile halkın kutsallarını özdeş göstererek kitleleri yönlendirmişlerdir. Zaman ve mekân değişse de bu strateji hiç değişmemiştir."
[ Milli İrade'ye bakış / Gazanfer Eryüksel ]

Önümüzdeki, Cumhurbaşkanını belirleyecek olan sözde halkın seçiminin adaylarını da deşifre etmeye çalıştık ki, gerçek tam olarak ortaya çıksın.

Recep Tayyip Erdoğan'ı anlatmaya gerek yok zaten. Onu sadece biz değil, tarihin kara kaplı defteri bile yazdı, büyük puntolarla.

Hatta yaşasaydı Hikmet Nazım, özür dilerdi Menderes'ten, eklerdi:
"Ülkenin en kara gecesini tespit etmeye çalışırken aceleci davrandım, yanıldım."

Ekmeleddin İhsanoğlu'nu da anlattık, yazdık. Tabi yine seçimin mantığını da anlatarak.
[Link 4: http://www.milliiradebirligi.org/#!sterler-ki-s-velim-/cpgy]

Fakat biz seçimi anlatırken, insanlar olayı anlamak yerine hala sistem içinde çözüm aramaya devam ettiler. Kimisine döngünün içine çıkmak zor geldi, kimisinin işine gelmedi. Çünkü devrimin sadece klavyeden yapılanı makbuldü. Hatta hayat damarlarından birisi olmuştu sosyal medya, o bedeli ödemeyi bile yüreği kesmedi.

Kendi hayatında bedel ödemeyi göze al(a)mayan insanların birilerine bedel ödetmeyi amaçlayan bir garip hikayesi. En çok da sistemi kontrol edenlerin beğendiği. Hatta gizliden gizliye desteklediği.

Velhasıl kelam, Biz Recep Tayyip Erdoğan'ı anlattığımızda bazı insanlar Ekmeleddin İhsanoğlu'na sığındı. Ekmeleddin İhsanoğlu'nu anlattığımızda "bu kez anlarlar kısır döngüyü dedik"; birileri için yine olmadı. Bu seferde Selahattin Demirtaş'a sığınmaya çalışanlar oldu.

Türkiye Cumhuriyeti'ne beyaz bayrak sallatmak isteyenler, beyaz gömlek giyerek yeni bir sayfa açıyormuş gibi davranma gayretindeler.

O zaman biz de eski sayfaları yeniden aydınlatalım. Sonraki sayfalarda herkes istediğini görmekte özgür.

Selahattin Demirtaş'ın kitle çekmek için belirlediği iki nokta var. Birincisi Gezi direnişi. İkincisi ise alevi kökenli yurttaşlarımız.

Önce Gezi'den başlayalım. Çünkü Selahattin Demirtaş'ın seçim araçları sürekli Gezi müzikleri çalıyor. Amaç belli. Diğer iki adayın İslamcı motifler içermesinden faydalanarak, sosyal demokrat, sosyalist, hatta Atatürkçü / Kemalist seçmeni yanına çekmeyi başarmak.

O zaman önce Gezi'yi hatırlayalım ne olmuştu diye..

Mayıs sonu Haziran başı gibi İstanbul Gezi parkında ağaçların kesilmesine yönelik bir tepki oluştuğunda başta adını reddettiği milletin vekili Sırrı Süreyya Önder( Kimileri onu Apo'ya haber götürdüğü için "Posta Güvercini Sırrı (PGS)" olarak da bilir) kepçelerin önünde durdu. Çok enteresandır, daha bundan bir hafta öncesinde Genco Erkal'ın çağrısına rağmen Emek sinemasının yıkılmasının protesto gösterisine gelmeyen güzide sanatçılarımız, birden "Mesele üç-beş ağaç değil sen hala anlamadın mı" tribine girdi. Aynı sanatçılar ki, sistemin her daim kazananı olan banka reklamlarında neredeyse hepsinin oynamışlığı var, garip bir dönüşüm içinde buldular kendilerini. Bu tarz durumlarda insan iyi niyetli düşünmek istiyor. "Belki de kendi içlerinde devrimi başlatmak için bir olay bekliyorlarmış, o da Gezi imiş" demek istiyor.

...

Sonra ne oldu?

Hiç kimsenin -en azından kaos yaratmak isteyenlerin- belki de hesaba katmadığı bir şey oldu. Alanlar hınca hınç doldu. Ama alanları dolduranların neredeyse hepsinin elinde Atatürk'lü Türk bayrağı ve dilindeyse "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz!" sloganı vardı. 
[Link 5: http://www.yeniadana.net/web/OzelDosyaDetay.aspx?id=199 ]

Geçmişte kendisine hizmet eden ajanlarına dair rapor hazırlarken "Bizim her dediğimizi yapıyor, gayet uyumlu. Fakat yine de dikkat etmek lazım, sonuçta Türk" kaygısına düşecek kadar bu toprakların değerlerinden ve Mustafa Kemal Atatürk'ten korkan emperyalizm ve uzantılarını yine korku sardı. Tabi harici bedhahları korkutan olgu, aynı şekilde dahili bedhahları da sardı.

Alanların bu düşünce ekseninde şekillenmesi, başta kepçe önünde duran Sırrı Süreyya'yı incitti. Taksim Dayanışmasının temsilcileri arasına seçilemedi. Üstüne bir de, İmralı canisinin yanına giden heyete alınmadı.

Peki bu muhalif vekilimiz ne yaptı?
Normal şartlar altında hiç sevmediğini her daim belirttiği takım elbisesini giydi. Kıravatını boğazına kadar çekti. Soluğu Cumhurbaşkanı'nın yanında aldı. Orada ne açıklama yaptı:
"Başbakanı eksik bilgilendirmişler"

Gezi Direnişi kısa süre de ülkenin neredeyse her yerine yayıldı. Neredeyse diyorum, çünkü direnişin karşılık bulamadığı yegane yerler, özellikle Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesiydi.

Yani?

Yani hareket, özellikle CHP-MHP seçmenlerinin katılımıyla şekillendi. Ve bu direnişte ön yargılar kırıldı. Özellikle kimlerin arasındaki önyargılar?

80'lerde birbirine sağ-sol diye kırdırılanlar arasındaki önyargılar.

Emperyalizmin en çok korktuğu şeylerin başında, ayırmaya çalıştığı halkın bir araya gelmesi gelir. İnsanlar vatan kaygısıyla, hayatlarına ve kutsallarına yapılan müdahaleye tepki verirken birilerinin rengi değişmeye başladı o aşamada.

Ve o anda ufukta bir Selahattin Demirtaş belirdi:

"Müzakere ve barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi kesimler süreci baltalamak için uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak lazım. Taksim’de, Türkiye’nin dört yerindeki AKP’nin zulmüne karşı herkesin direnişi meşru ve haklıdır. Gezi Parkı’nda yaşananları barış müzakerelerinin karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir. (...) Daha önce ulusalcılar ve Kemalist rejim orduyu halka karşı nasıl kullandıysa şimdi AKP polisi halka karşı aynı şekilde kullanmaktadır."

1 Haziran 2013

[ Link 6 : http://www.milliyet.com.tr/demirtas-sureci-baltalamak/siyaset/detay/1717345/default.htm ]

Ülke yangın yeriyken, açılım derdine düşmek.

Peki süreci baltalamakla itham ettiği kitleler kim ona göre:

Ulusalcı ve milliyetçi kesimler.

Irk ve etnisite vurgusu yapmadan cümle kuramayanlar, insanları ırkçı olmakla suçluyor. Hatta yetmiyor, ekliyor:

"Daha önce ulusalcılar ve Kemalist rejim orduyu halka karşı nasıl kullandıysa şimdi AKP polisi halka karşı aynı şekilde kullanmaktadır."

"Gezi Parkı’nda yaşananları barış müzakerelerinin karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz"

Açılımın, bu ülkenin bölünme süreci olduğunu, projenin ABD patentli olduğunu artık sağır sultanın bile duyduğu yerde Gezi'nin simgesinin Atatürk'lü Türk bayrağı olması, zaten Gezi ile BDP - PKK - HDP kitlesinin farklı dünyalarının insanı olduğunun kanıtı değil mi?

Elbette kanıtı.

Doğru, Gezi'de her kesimden her düşünceden insan vardı. Ama şu detayı atlamamak gerekir: Terörizm bir siyasi görüş değildir. İnsanlıktan yana olan herkesin karşı çıkması gereken anormal bir durumdur. Terörizmin siyasi bir düşünce olmadığı yerde Gezi'de her kesimden insan vardı. Ama o kitlenin ortak paydası, bu ülkenin kurucu unsurları ve ülkenin bölünmez bütünlüğüydü.

Tepeden inme değil, tabandan yükselme bir "çatı".

Alanlara inen insanların talebi sloganında açık seçikti: "Hükümet İstifa"

Peki barış güvercinimiz Selahattin Demirtaş ne dedi?

"Fakat şöylesine bir hareket içerisine de girildi. ‘Bu şekilde hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz? Ya da bu halk hareketini darbeye kanalize edebilir miyiz?’ Böyle bir arayış vardı. Bunu, biz hem sokaktaki gözlemlerimizle hem de arkadaşlarımızın tespitleriyle rahatlıkla ifade edebiliyoruz. Bu bir spekülasyon değil. Biz bu kısmına şiddetle karşı çıktık. Bu yüzden de bir mesafe koyduk. Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz." 31 Temmuz 2013

[Link 7: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/selahattin-demirtas-gezi-ile-aramiza-mesafe-koyduk-haberi-77251 ]

Yani şimdi Gezi'nin ekmeğini yemeğe kalkan Selahattin Demirtaş ve ahalisi, tamamen kendi derdinde, yine karşı tarafı suçlarken dilinden düşürmedikleri "statüko"nun neferi görevindelerdi.

CHP - MHP seçmeni ile beraber halka dayatmak yerine alandan verilen mesajı alan diğer parti ise TKP idi. O dönem Merkez Komite bir açıklama yaptı. Sol cenah için büyük bir tabu olan bayrak tabusunu yıktı ve "Ay yıldızlı bayrak yeniden yurtseverlerin eline geçti" dedi. (Gerçi sonrasında Türk Bayrağı ve TKP'yi aynı karede görebilen pek olmadı ya neyse)

Ve etnik milliyetçilik yapan kitlenin ve partinin bu harekete desteklemediğini en iyi de TKP gördü.

Kemalist açıdan birçok tezat bulundurması ile beraber Sol cenahın tabularını yıkması açısından çok önemli bir yazı yayınlandı Sol'da. Şu cümleler önemliydi:

"Kürt hareketinin manevi kopuşu gerçekleşmiştir; sosyalist sol, bu hareketin vesayetinden kurtulmalı ve kendi kaderini tayin etmelidir."

[Link 8: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/yavuz-alogan/kurt-dostlarimiz-bizi-anlasin-75305 ]

Hükümetin müdahalesi, kendi seçmeninde bile soru işareti yaratmaya başlamışken, Erdoğan'ın kendi kitlesini kontrol etmesini sağlayacak bir açıklama ve algıya ihtiyacı vardı. Bunu çabuk buldu: "Kemalistler ile Teröristler beraber vandallık yapıyorlar. Etrafı yakıp yıkıyorlar."

Bunun için önce alanlara PKK sempatizanları dahil oldu. Bunlar özellikle küçük yaşlı olanlardan seçildi. Bunların amacı ortamı provoke etmekti. Kısmen başarılı da oldular. Sonrasında polisler, Türk Bayrağını görür görmez kitlelere saldırırken alana sokulan PKK paçavralarına dokunmadı. Hatta onları saatlerce indirmedi bile. Hatta BDP bayrağı ile Türk bayrağının aynı karede olduğu fotoğrafı "birleşme diye" verdi birileri. Birçok kişi duygularına yenildi. Olayın meşru bir durumu gayri meşru yaparken gayri meşru başka bir durumun meşrulaştırıldığının farkına pek varamadı. Anlaşma açıktı. AKP ile BDP-KK anlaşmış, ortak düşmanlara karşı ortak strateji geliştirmeye başlamıştı. Tam o dönemde, yaklaşım, içerik ve ruh olarak Gezi ile hiç alakası olmayan Lice olayları Gezi ile bütünleştirilmeye çalışılarak istenen algının ekmeğine yağ sürüldü. Ve devreye bu kez Halk TV girdi. Gezi'ye dahil olan bir çok genç, Atatürk ve vatan bağlılığına sahip insanlardı. Ne var ki bu kitle çok fazla okuma alışkanlığında olup da kendilerine yöneltilecek bilinçaltı savaşlarına hazırlıklı değildi. Ki zaten onların alana inmelerindeki esas sebeplerden birisi de Hükümetin insan hayatına direkt müdahale eden yaklaşımlarıydı. Birbirini anlamaya çalışan iki taraf vardı. Fakat birileri, durumu anlamaya çalışmayan, çünkü anlaşmazlıktan beslenen bir kesime pay çıkarma derdine düştü.

Futbol tabiriyle tam zamanında kademeye giren ve #DirenLice furyası başlatan Halk TV'nin Genel Yayın Yönetmeni'nin Hakan Aygün olduğunu düşününce olay şaşırtmamalıydı aslında.

Çünkü ne diyordu Hakan Aygün,  5 Ekim 2009 tarihli Bugün gazetesindeki köşe yazısında:

"Said-i Nursi sistemle kavga etmedi ama hep dik durdu. "Gandi taktiği"yle takdir topladı. Vicdanlarda son kazanan o oldu, mezarından cesedini çıkarıp yok etmeye çalışanlar değil...

Keza Ahmet Kaya, hayatında bölücülük yapmadı. Ama Kürt kimliğinin arkasında durdu. Said-i Nursi gibi dik yaşadı, dik öldü!"

[Link 9: http://www.bugun.com.tr/said-i-nursi-acilimindaki-alkis-nuansi-yazisi-79742 ]

Gezi Direnişinin ruhunu en iyi anlatan sözlerden birisi John Lennon'a aitti. Aslında bu söz bile, neden bu hareket ile AKP, BDP-KK ve DirenLice yaklaşımının aynı cephede olamayacağının kanıtı niteliğinde:

" Olay şiddet kullanmaya dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü, siz bir kere şiddete baş vurduktan sonra, sizinle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilemedikleri tek şey; şiddet dışı eylemler ve mizahtır ."


Sonrasında meydan giderek bilinçli sahaya sürülen bölücülere kaldı. Bir yandan Erdoğan müdahalelerine meşru bir zaman yarattı. Diğer yandan da halk sahneden çıkarıldı. Ve DirenLice tuzağına düşenlerin algısındaki değişme, en çok yine Gezi Hareketinden çekinenlere yaradı.

Ve şimdi o grubun en başındaki kişi, Gezi'nin ekmeğini yeme derdinde.

Tabii sen yersen.

Öte yandan da alevi kesimi kendi yanına çekmeye çalışıyor Selahattin Demirtaş. Üstelik ellerindeki kan daha kurumadan.

Merkezinde insan olan, Türkmen-Anadolu kültürünü benimsemiş ve içselleştirmiş bir insan, her daim istediği uğruna kan dökebilen dünyanın en kanlı terör örgütü sempatizanı ve başı olan bir kişiye destek verebilir mi?

Ortada bir seçim olsa da olmasa da?

Bir ülkenin tüm erkeklerinin zorunlu askerlik yaptığı, Türkiye Cumhuriyeti'nin ordusuna rütbeli- rütbesiz ayrımı yapmadan saldıran bir örgüt ve uzantıları için,
dolaylı- dolaysız herkes bu zihniyetin potansiyel hedefi değil midir?

Ve bu Selahattin Demirtaş'ın seçim sürecindeki sloganlarına bakınca insan gerçekten hayret ediyor!

"Bir Cumhurbaşkanı seçin, birleştiriyor, barıştırıyor."

Ülkenin insanlarını etnik kökenlerine göre sınırlamadan barış olmayacağına inanan birisi ne kadar birleştirici ve barışçı olabilir?


"Bir Cumhurbaşkanı seçin, ayrımcılık yapmıyor"?

Şaka mı bu?

İnsanların ırkı üzerinden kan falı açan kim?

Teröre sırtını dönmeden bir düşünceyi savunmak. İstediği olmadığı durumda yeniden silaha sarılmak demektir. Yani elinde silah olan grubun istediği olmadığı sürece kan ve gözyaşı demektir.

Bakın somut bir örnek verelim. Mersin'de yaşayan herkes biliyor ki, Mersin'in Akdeniz ilçesinde seçimi CHP kazandı. Fakat yapılan usulsüzlüklerle seçimi BDP'nin kazandığı açıklandı. Bunun üzerine CHP seçime itiraz etti. Sandıklar seçim kurulunun önüne geldiğinde, terör örgütü sempatizanı binlerce kişi adliyenin önüne yığıldı.  YSK baskı altına alındı. Binalar taşlandı. Tehditler havada uçuştu.
Ve sandıklar açılmadan geri götürüldü. Sonrasındaki itirazlar reddedildi.

Şimdi bu düşüncenin adayı olan kişi önümüze "Herkese Demokrat" diye mi konmaya çalışılıyor.

Herhangi bir yenilgide eli "şiddet"e giden bir zihniyet ne kadar demokrat olabilir?

Kadın-erkek eşitliğini önemsediğini belirtiyor aynı aday.

O zaman bu öneme güneydoğudaki feodal yapı dahil değil?
Töre cinayetleri de?
Hala kaçırılmaya devam eden korucuların eşleri de?

Eşitliği nasıl sağlayacaklar?
Kadınlar da mı ağa olacak?
Yoksa kadınlar da mı vurulacak, dağa kaldırılacak?

"Bağlamadan başka bir şey çalmıyor" diyor.

İnsan hayatı çalmak, hırsızlıktan sayılmıyor mu?

Cumhuriyetin yıldönümünde ABD'de yetkililerle görüşenler mi getirecek bu topraklara barışı?

Yoksa sözünden çıkmadıkları ABD'nin Ortadoğu'ya getirdiği türden bir barış mıdır vaad edilen?

AKP'nin zulmüne tahammül edemeyen ve ortada seçim olduğuna inanan kişiler içinde Selahattin Demirtaş'a oy vermeyi düşünen kişilere eski sayılmayacak zamandan bir hatırlatma daha, bizzat adayın kendisinden:

 "Özerklik önerimiz var. Desantralizasyon dediğimiz olay. Türkiye’nin yeni bir sisteme girmesi lazım. Bütün kültürlerin Türkiye’nin birliği içinde korunması gerektiği ilkesi anayasanın ruhuna sinmelidir. Yakın olduğumuz AKP’dir. Bire bir örtüşmüyor ancak yakınlaştığımız parti AKP’dir."
9 Şubat 2013
[Link 10: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/demirtastan-erdoganin-aciklamalarina-destek-referanduma-gidilmeli-yakin-oldugumuz ]


***
Bu zihniyet, kelime oyunları ile de toplumun bilinçaltına oynamaya çalışmaktadır.

Burada kullandıkları başlıca anahtar tabirler ise "Eşit yurttaşlık", "Eşit vatandaşlık" kavramlarıdır.

Prof Dr. Birgül Ayman Güler'in de dediği gibi:

"Eşit Vatandaşlık, önergelerde “demokratik eşit siyaset hakkının tanınması” olarak dile getirilmiştir. Bundan kastedilen, yurttaşların bireysel eşitlikleri değil, etnik toplulukların eşitlikleridir."
[Link 11: http://baguler.blogspot.com.tr/2014/07/bu-cozum-degil-dagilma-surecidir.html ]

Oysa insanları etnisite ve mezheplerine bakmaksızın eşit kılacak şey eşit yurttaşlık değil, yurttaşların eşitliğidir.

***

Son olarak tekrardan belirtmekte fayda var. Bu yazılanların amacı, bir adayı diğer adaylara göre kötüleyip, diğerlerini yüceltmek değildir. Bu yazıyı yazan anlayış, sadece tüm adayların tek bir noktadan belirlendiğini, ve bu zihniyetin ülke için felaketten başka bir şey getirmeyeceğini gösterme kaygısından beslenmektedir.

Türk ulusu, önce sahte muhalefeti sonra da sahte muhalefetin ayakta tuttuğu hükümeti yıkmadan iradesine hakim olamaz. Ve kendi iradesine hakim olmayan milletler de tarih sahnesinden silinip gider.

Yugoslavya, Irak bu konuda bizim için acı örneklerle dolu...
Yarın çok geç olmadan.

"O gün" geldiğinde hazırlıksız yakalanmamak adına...